Çiftlikköy Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Çiftlikköy Mutlu Son Hizmeti – Masör Ece

Çiftlikköy Mutlu Son bundan öteye geçmedi. Beni, “kibirli bir ufak burjuva” olarak nitelediğini anladım. Bayağı sinirlendim. Bazı davranışlarımı, bazı beğenilerimi çocukluğuma verdiği için bir zamanlar Matmazel Litt’e nasıl sinirleniyor idiysem, aynı şekilde sinirlendim. Kendimi, sınıfımın zincirlerinden kopardığıma inanıyordum; hiç kimseye benzememek, genelleştirilmemek, salt kendim olmak istiyordum. Blanchette Weiss ile ne gibi bir ilgim vardı, gerçekten anımsamıyorum. Kısa boylu, şişman bir kızdı. Durumundan hoşnutluğunu belirleyen yüzünde, düğme benzer biçimde gözleri, felfecri okurdu.

Çiftlikköy Mutlu Son dilbazlığı ve felsefe terimlerini ustaca kullanışı beni şaşırtırdı. Okul dedikodularıyla doğa ötesi spekülasyonları, benim yanlış bir sanıyla zekâ diye vasıflandırdığim bir ağız kalabalığı içinde sayıp dökerdi. Ölümlüler, ölümsüzün katkısı olmaksızın birbirleriyle ilişki kuramayacaklarına nazaran, insancıl sevgilerin tümü günahtır derdi. Tanıdığı herkesi çekiştirmek, hepimiz hakkında kötü söylemek yoluyla ölümsüzlüğün mutlak otoritesini taşımış olduğuna inandırmıştı kendini. PrÇiftlikköyesörlerimizin, okul arkadaşlarımızın emelleri, -hevesleri, zaafları ve kötü taraflarını ondan öğreniyordum.

“Bende Proust’vari bir kollayıcı ruh var” derdi. Arada bir de, mutlak’a ulaşma tutkusuna sarılmama takılırdı. “Ben mi? Ben, kendi değerler sistemimi kurarım, ” diye belirledi. Blanchette’in kıymet ölçüleri ne olabilirdi? Bu konuda kati bir şey söylemiyordu, iç yaşamına büyük önem veriyordu. Bu noktada onunla anlaşıyordum. Zenginliği hakir görüyordu; ben de önem vermiyordum. Ama, bireyin aklına paranın takılmaması için, yeteri kadar parası olması gerektiğini söylüyordu. Bunu sağlamak için de, paralı biriyle evlenebileceğinden söz etti. Tiksindim bu sözden. Üstelik, kendine hayranlığı da aşırıydı.

Çiftlikköy Mutlu Son

Çiftlikköy Mutlu Son bukle bukle kıvırır, takar takıştırır ve Clara d’Ellebeuse’e benzediğini sanırdı. Bütün bunlara rağmen, “düşünce alışverişi” kurabileceğim birine öylesine gereksiniyordum ki, Blanchette’i sık sık arıyordum. Gene de tek gerçek dostum Zaza’ydı. Ne yazık ki, artık annesi bana pek iyi gözle bakmamaya başlamıştı. Zaza’nın ev kızı olmak yerine okumayı seçmesi benim etkimle olmuştu. Üstelik ona olmayacak kitaplar veriyordum. Madam Mabille, Mauriac’tan nefret ediyordu. Mauriac’ın, burjuva evleri tarifını, kendine yönelmiş kişisel bir hakaret olarak yorumluyordu. Claudel’e de güveni yoktu.

Oysa Zaza, bu dünya ile öteki dünyayı bağdaştırmasına yardımcı olduğundan hayrandı Claudel’e. Madam Mabille, ters ters “Kilise Büyüklerini okusan daha olumlu bir iş yapmış olursun” diye söyleniyordu. Birkaç defa bize geldi, beni anneme şikâyet etti. Zaza’veya, birbirimizi daha seyrek görmemizi söylemiş açıkça. Fakat Zaza direndi. Bizim dostluğumuz, Zaza’nın vazgeçemeyeceği şeylerden biriydi. Birbirimizi sık sık görüyorduk. Birlikte Yunanca çalışıyor; konserlere, sanat sergilerine gidiyorduk. Bazen bana piyano çalardı. Chopin yahut Debussy’den. Sık sık uzun yürüyüşler yapardık.

Bir öğleden sonra, Zaza, annemi zorla razı edip beni berbere götürdü. Saçlarımı kestirdik. Benim için pek de büyük bir kazanç olmadı bu. Çünkü, annem, Zaza’yı benim araya koyduğumu sandığı için, saçlarımı yapmış oldurmama mutlaka karşı çıkmıştı. Zaza, Paskalya tatilinde Laubardon’a gitmişti. Oradan bana, benliğimi ta derinden saran bir mektup gönderdi; mektubunda “On beş yaşımdan beri büyük bir ruhsal yalnızlık içinde yaşadım. Böylesine yalnız, böylesine yitip gitmiş olmak bana büyük acılar verdi. Bu yalnızlığı sen yıktın, ” diyordu. Sadece, bu, Zaza’yı o anda “umutsuzluk çukuruna” düşmekten kurtaramamıştı.